Prof. Dr. Acar Baltaş
Çocuklarımızın 21. yüzyılda kendilerine yer bulabilecekleri bir
eğitim sistemi nasıl olmalı? Bu konuda hesaba katılması gereken çeşitli
faktörler var. Örneğin, gelecek hafta ekonominin nasıl olacağını
bilmediğimiz bir dünyada bunu nasıl yapabiliriz?
Değişim hızının baş döndürdüğü bir ortamda değişmemesi gereken
ilkeler olmalı mı? Eğer bu soruya “evet” cevabı verecek olursak, bu
ilkeler ne olmalı? Bu soruları çoğaltmak mümkün ancak bazı temel
gerçekleri hatırlayarak hareket etmekte yarar var.
Değişimin hızı
İçinde yaşadığımız dünyanın değişim hızı bizi sadece şaşırtmakla
kalmıyor aynı zamanda da deyim yerindeyse bazen sersemletiyor, bazen de
çaresiz bırakıyor. Örneğin günümüzde en çok talep gören 10 mesleğin
bazılarının, bundan 15 yıl önce ancak adı biliniyordu. Bu durum,
çocuklarımızı şu anda var olmayan işlerde çalışmaları, henüz icat
edilmemiş teknolojileri kullanmaları ve bilmediğimiz problemleri
çözmeleri için eğittiğimiz anlamına geliyor.
Facebook bir ülke olsaydı, üye sayısı açısından dünya nüfus
sıralamasında Çin ve Hindistan’dan sonra üçüncü sırayı alırdı. İnsanları
böylesine birbirine bağlayan bir sistem sınırları siliyor, sansürü
imkansızlaştırıyor ve adeta bir dünya vatandaşlığı anlayışı getiriyor.
2006 yılında Google’da bir aydaki arama sayısı 2.7 milyarken, bu sayı
2009’da 31 milyara çıktı. Bu noktadan bakınca okullarda öğrendiğimiz
‘Milattan Önce (MÖ)’ ve ‘Milattan Sonra (MS)’ kavramlarının yanına
‘Google’dan önce (GÖ)’ ve ‘Google’dan Sonra(GS)’ kavramlarının geldiğini
düşünmek hatalı olmaz. Böyle bir ortamda da bilgi ezberlemenin
anlamsızlığı kendiliğinden ortaya çıkar.
Geleneksel eğitim anlayışı
Cep telefonlarından ilk mesajın 1992 yılında atıldığı hatırlanırsa,
bundan 20 yıl sonra günümüzde, her gün yeryüzünde yaşayan insan
sayısından fazla mesaj atılmasına anlam vermekte zorlanır ve o zaman
nasıl haberleştiğimize kendimiz de hayret ederiz. 50 milyonluk bir satış
sayısına ulaşmanın radyo için 38, TV için 13, İnternet için 4, Ipod
için 3, Facebook için 2 yıl aldığını düşünmek, pazarlama konusundaki
birçok bilginin yeniden ele alınmasına neden olabilir.
New York Times gazetesinin bir haftalık bilgi içeriğinin, 18.
yüzyılda yaşayan bir insanın hayat boyu karşılaşacağı bilgi içeriğini
aşması ve sadece 2008 yılında üretilen bilgi miktarının son 5 bin yılda
üretilen bilginin toplamından fazla olması, geleneksel eğitim
yaklaşımının dışına çıkılması gerektiğinin açık işaretleridir.
Daha ilginç olan teknoloji alanındaki bilginin her iki yılda bir iki
katına katlanması ve 4 yıllık teknik öğrenim gören öğrencilerin
eğitimlerinin ilk yılında aldıkları bilgilerin, 3’üncü sınıfa
geldiklerinde güncelliğini kaybetmesidir. 2013’te insan beyninin
kapasitesini aşan süper bilgisayarlar yapılacak. Ayrıca 2049 yılında
bütün insanların bilgi işleme kapasitesini aşacak ve değeri 100 dolar
dolayında olacak bilgisayarlar üretileceği öngörülüyor.
Cevapların daha zor olduğu bir dünya
Çocuklarımıza bir taraftan ait olduğumuz kültürün kimliğine ait
özellikleri kazandırırken, diğer taraftan da globalleşme sürecinin bir
parçası olarak dünyadaki büyük ailenin bir parçası olduklarını nasıl
öğretebiliriz? Değişen Dünya koşullarında etkin ve saygın bir yer
edinmeleri için gerekli becerileri onlara nasıl kazandırabiliriz?
Bu amaçlara eğitim konusunda geçmişte yaptıklarımızı sürdürerek
ulaşamayacağımız açık. Bu konuda ısrar etmek milyonlarca çocuğun
eğitime, okula ve öğrenmeye karşı yabancılaşmasına neden oluyor. Bunun
sonucunda da bu çocuklar kendilerini eğitim sisteminin dışına atıyor.
Bundan 25 yıl öncesine kadar, eğitim sisteminin ve “büyük”lerin, bizim
zihinlerimize işlediği mesaj şuydu: “Sıkı çalışırsan başarılı olursun…
Yabancı dil öğren, yüksek tahsil yap… Üniversiteyi bitir, iş sahibi ol.
Böylece geleceğin garanti olur ve saygın bir hayat yaşarsın.”
Bugünün gençleri geleceğe giden yolda bir üniversite diplomasının işe
yarayacağına ve diploma sahibi olmanın kendilerine saygın bir yaşam
sunacak bir işi garanti edeceğine inanmıyorlar. Ayrıca diploma sahibi
olmaya giden yolun, onları kendilerine ilginç gelen konulardan
uzaklaştırdığını yaşayarak görüyor ve bunlardan vazgeçmek için
katlanacakları özverinin de elde edecekleri sonuca değmeyeceğini
düşünüyorlar.
Diğer taraftan eğitimciler ve karar vericiler açısından bakıldığında,
birçok kişi bir dönüm noktasında olduğumuz ve eğitim anlayışımızı
değiştirmemiz konusunda fikir birliği içindeler. Bazı eğitimciler
günümüzdeki ihtiyaçları karşılamak için eğitim standartlarının
yükseltilmesini savunurken, bazıları da daha fazla gencin okuldan
kopmaması için standartların düşürülmesinin daha doğru olacağını
düşünüyor. Bu konuda karar verebilmek için devlet eliyle verilen
“eğitim” hizmetinin nereden başladığını hatırlamakta yarar var.
19. yüzyılın eğitim politikası
Şu anda yürürlükte olan eğitim sistemi 19. yüzyılın ekonomik
ihtiyaçlarına göre yapılandırıldı. 18. yüzyıldan önce eğitim varlıklı
sınıflar için özel öğretmenler tarafından sağlanırdı ve halkın
yararlanacağı bir eğitim sistemi mevcut değildi. Halk çocukları için var
olan yol, yaşam boyu hizmet karşılığı, kiliselerin verdiği eğitime
dahil olmaktı. Vergi verenlerin sağladığı kaynağa dayalı olarak,
eğitimin halk kitleleri için zorunlu kılınması devrimsel bir yaklaşımdı.
Yoksul halk çocukları için zorunlu eğitim fikri birçoklarına göre
gerçekleşmesi hem imkansız, hem de gereksiz bir girişimdi. Çünkü bu
görüşte olanlar halk çocuklarının okuma ve yazma öğrenecek kapasiteye
sahip olmadığını düşünüyorlar ve onlarla vakit kaybetmenin ve para
harcamanın son derece gereksiz olduğuna inanıyorlardı.
Bugün bize garip gelse de, bu düşünce biçimi, 19. yüzyılın
ortalarında ve sonundaki ekonomik koşullarla uyumluydu. O günün
entelektüel düşünce modeline göre eğitim, klasik eserleri anlamaya
yarayan “tümden gelimci” düşünce biçimine dayanıyordu. Bu eserleri
anlayanların “akademik yetkinlik”e sahip oldukları kabul ediliyordu. Bu
nedenle eğitim anlayışının üzerine inşa edildiği temel kabul, insanların
ya akademik yetkinliklerini geliştirerek hayat basamaklarını yukarı
doğru çıkacaklarını ya da bunu geliştiremiyorlarsa, akademik
özelliklerin gerekmediği aşağı doğru inen bir hayat merdiveninde
yollarına devam edecekleri esasına dayanıyordu. Bu anlayış aynı zamanda
insanları “zeki” ve “zeki olmayan” diye sınıflandırmanın bir başka
ifadesiydi. İnsanlar ya “kafalarını kullanır” ve bugünün anlayışıyla
“beyaz yakalı” olurlar veya “ellerini ve beden güçlerini” kullanarak
“mavi yakalı” olur ve buna uygun hayatlar sürerlerdi. Akademik alana
kabul edilenler bu anlayıştan yararlandı ancak geniş kitleler bundan
zarar gördü. Bu talihsiz yaklaşım nedeniyle birçok parlak insan “zeki
olmayan” sınıfına sokularak ziyan edildi.
Değişmeyenler
Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı’nın teknolojiye verdiği önemi
gösteren somut işaretler var. Örneğin, 2012 yılında okulların internet
altyapısı için 140 milyon, sınıflara kurulacak teknoloji için 420
milyon, her sınıfa bir bilgisayar için 300 milyon, uzaktan eğitim
merkezleri kurulması için de 800 milyon liralık bütçe ayrılması talep
edildi. Talep edilen bu bütçe teknoloji çağına yetişmek için uygun gibi
gözükse de, yarınlara hazırlayacağımız gençlerin ve eğitim sisteminin
temel ihtiyacı teknolojik araç ve gereçler olmaktan çok, “tüme varım”
yöntemine dayanan farklı bir zihniyet ve yepyeni bir anlayış. Bu
anlayışla, bir taraftan kültürel genlerimizi korurken, diğer taraftan da
farklılıkları kabullenecek, girişimci ve yaratıcı düşünce yapısına
sahip olabilecek yeni kuşaklar yetiştirmek mümkün olacak.
New York’ta 1990’ların ortalarında KIPP Academy adıyla, bölgenin en
yoksul mahallesinde, toplumun en şanssız kesiminden gelen beşinci sınıf
çocuklarını sadece kurayla kabul eden bir okul açıldı. Bu okula devam
eden öğrencilerin yarısı Afrika kökenli, geri kalanı Hispanikti. Dörtte
üçü tek ebeveynli ailelerden gelen çocukların yüzde 90’ı da, yoksul
ailelere verilen yemek yardımından yararlanıyordu. Çıkış noktalarına ve
içinde bulundukları koşullara bakılırsa gelecekleri konusunda kimsenin
fazla ümitli olamayacakları bu çocukların çoğu, ders yılı sonunda
matematik dersini en sevdikleri ders olarak tanımlıyor, sekizinci
sınıfın sonunda da genel başarı açısından yüzde 84’ü ülke düzeyi
ortalamasına veya üstüne çıkmayı başarıyor.
Bugün sayıları ülke çapında 60 dolayında olan KIPP okullarında sınıf
mevcudu ise hiç de ideal sayılmayacak bir düzey olan 35 dolayında.
“Bilgi güçtür” anlamına gelen KIPP (knowledge is power program)
uygulaması başarı için sınıfları küçültmenin, her öğrenciye bilgisayar
vermenin, bir yıl geçmeden modası geçecek, en geç üç yıl içinde
kullanılmaz duruma gelecek ve yenilenme zorunluluğu doğuracak pahalı
teknolojik yatırımlar yapmanın çok da gerekli olmadığını ortaya koyuyor.
Bu okulun yöneticilerinden biri ilkelerini basitleştirerek şöyle
sıralıyor: “Sabır, motivasyon, teşvik, ödül, eğlence, kararlılık ve
soğukkanlılık. Biraz da eski moda disiplin.”
Görüldüğü gibi, ülkemizde geçerli olan anlayışa bakarsak sorunların
üzerini para örterek kapatmak anlayışının değişmediğini, buna karşılık
temel zihniyette bir değişikliğin yapılması gerektiğinin
anlaşılamadığını söylemek yanlış olmaz. Çünkü bir sorunun
çözülememesinin en büyük nedeni, doğru cevabın bulunamaması değil, doğru
sorunun sorulmamasıdır.
Öğrencilerin zorluğu
Çocuklarımız günümüzde tarihin hiçbir döneminde karşılaşılmayan bir
uyaran yoğunluğuyla karşı karşıyalar. Öğrenciler yüzlerce televizyon
kanalı, Iphone’lar, bilgisayarlar, radyolar, her noktadan önlerine
uzanan ve reklam panolarından akan uyaran bombardımanı altında
yaşıyorlar. Bütün bunların sonucunda da dikkatlerini öğretmenlerinin
anlattıkları sıkıcı bilgiye odaklamakta zorluk çekiyorlar. Kendilerine
anlatılan bilgiler, bütünüyle standardize testlerde başarılı olmak
amacını taşıyor. Bu bilgilerin çok büyük çoğunluğu da, hayatın sınavı
izleyen döneminde neredeyse bir daha hiç hatırlanmayacak ve
kullanılmayacak malzemeden oluşuyor.
Eğitim sistemiyle ilgili bir başka önemli sorun, eğitim mekanının
yapısı ile ilgili. Okullar endüstri döneminin “seri üretim” anlayışına
göre düzenlenmiş: Sıraya dizilmiş sınıflar, çalan zile göre düzenlenen
program, belirli konulara göre özelleşmiş bir sınıf anlayışı ve
çocuklara yapıştırdığımız etiketlere göre onları içine koyduğumuz
sınıflar; bir okulun mimari ve psikolojik çerçevesini tanımlar.
Örneğin, bu anlayışa göre çocuklar yaş gruplarına göre ayrılırlar.
Oysa bunun nedenini anlamak zor. Bu adeta üreticinin ürettiği malın
üzerine üretim tarihini yazmasından farksız. Aynı yaştaki çocukların
bütünüyle birbirlerinin aynı olduğunu düşünmenin anlamsız olduğu açık.
Aynı yaş grubundaki çocukların birbirinden birçok açıdan farklı olduğunu
herkes bilir. Çocuklar büyük grup içinde ve küçük grup içinde farklılık
gösterdikleri gibi, yalnız başlarınayken de bütünüyle farklı
olabilirler. Benzer şekilde günün farklı saatlerinde ve farklı konular
karşısında bütünüyle farklı tepkiler verebilirler. Bu listeyi uzatmak
mümkün. Geleneksel eğitim bu farklılıkları “sözde” kabul eder gibi
gözükse de, uygulamada tüm öğrencileri bütünüyle benzer koşullara
yerleştirir ve “tek doğru cevabın” arandığı standardize testlerle
başarılarını ölçer. Kısacası standart müfredat ve standardize edilmiş
testlerde gösterilecek başarıya endekslenmiştir ve eğitim anlayışı
farklılıkları ortaya koymaktan çok uzak. Oysa eğitimin amacı
farklılıkları ödüllendirmek olmalı ve bunun için de üretim bandı
anlayışı terk edilmeli. Özetlemek gerekirse endüstri döneminin
ihtiyaçlarına göre düzenlenen eğitim anlatışında öğrenciden mutlak itaat
ve bulunduğu ortamda uyumlu olması beklenir. Böylece iş hayatında da
yöneticisine itaat eden ve uyumlu çalışanlar hedeflenir.
Çözüm aksi yöne yürümekte
Üretim bandı anlayışını terk etmeye karar verdiğimiz noktada çözüm
konusunda ışık belirmeye başlar. Standartlaşma yönündeki zihin
haritamızı değiştirmek ve tam aksi yöne gitmeyi denemek çok daha
gerçekçi bir yaklaşım. Böyle bir anlayış, bizi “farklı düşünme”
yaklaşımına götürür. Farklı düşünme, yaratıcılıkla aynı anlama gelmez.
Yaratıcılık, değer taşıyan özgün fikirler oluşturma sürecidir. Farklı
düşünme yaratıcılıkla anlamdaş olamamakla birlikte, yaratıcılık için
temel bir kapasitenin işaretidir. Örneğin, her yaratıcı farklı düşünür
ancak farklı düşünen herkes yaratıcı değildir.
Yaratıcılık, bir soruya çok sayıda muhtemel cevabın var olabileceğini
veya bir sorunun birçok açıdan yorumlanabileceğini görebilmektir. De
Bono’nun ortaya koyduğu gibi, linear (bir çizgi üzerinde tek yönlü) bir
şekilde düşünmek ve “tek bir doğru cevabı” aramak yerine; “muhtemel
birçok cevabın” peşinde olmaktır. Örneğin, “Bir ataç kaç türlü
kullanılabilir?” sorusuna verilecek cevaplara bakarsak, birçok
yetişkinin bu soruya ortalama 15-20 cevap verdiğini görürüz. Oysa farklı
düşünme becerisine sahip insanlar bu soruya 200’ün üzerinde farklı
cevap verebilir.
Yapılan bir araştırmada, farklı düşünme üzerine 1500 kişiye verilen
bir testte, belirli bir cevap sayısına ulaşanlar “dahi” olarak
değerlendirilmiştir. Okul öncesi çocukların yüzde 98’i bu seviyeye
ulaştığı görülüyor. Aynı çocuklar standart eğitim sistemine katıldıktan 5
yıl sonra 8-10 yaşlarında tekrar değerlendirildiklerinde bu oran
yarıdan fazla düşmüş, 13-15 yaşlarına geldiklerinde ise bu düzeye ancak
birkaç çocuğun ulaşabildiği görülmüştür. Bu örnekten de açıkça görüldüğü
gibi standart eğitim sistemi ile geleceği kuracak gençleri yetiştirmek
değil, bugünü tekrarlayacak gençleri yetiştirmek mümkün.
Maastricht Yenilikçilik ve Teknolojiye Dayalı Ekonomik Araştırma
Enstitüsü ile Avrupa Komisyonu Ortak Araştırma Merkezi, Avrupa’daki ve
Dünya’daki yenilikçilik performansını ölçmek için bir endeks geliştirdi.
Bu endeksle yapılan ölçümle Finlandiya 76 puanla en yenilikçi ülke
oldu. Finlandiya’yı İsveç 74, İsviçre 71, Japonya 70, Singapur 69,
İsrail, 68, Amerika 67 puanla izledi. Türkiye ise 22 puanla
Bulgaristan’ın bir basamak altında, Brezilya’nın bir basamak üzerinde
40. sırada yer aldı.
Oysa bugünün dünyası dünkünden çok farklı olduğu gibi, yarının
dünyasının da bugünkünden çok daha farklı olacağı açık. Daha bugün bile
içinde bulunduğumuz Dünya, “perde açılırken senaryo değiştirmeye hazır
olan insanların dünyasıdır”. Bunun için de yenilikçi ve yaratıcı
düşünceye yol açan “farklı düşünme” becerisinin geliştirilmesi ön
koşuldur. Konunun ilginç bir yanı da, yukarıdaki örnekten de görüldüğü
gibi, insan yavrusunun dünyaya yaratıcılık kapasitesine sahip olarak
gelmesi.
Yaratıcılık yıkıma uğratılıyor
Eğitim sisteminin bu kapasiteyi geliştirip üst düzeylere taşıması
gerekirken, tam tersi bir sonuç ortaya çıkıyor yaratıcılık eğitim
aracılığıyla yıkıma uğratılıyor. Kabul edebileceğimiz temel bir doğru
varsa, bu da tek bir doğru cevabı arayan eğitim anlayışının, yarının
dünyasının ihtiyaç duyduğu gençleri yetiştiremeyeceğidir.
Hiç şüphesiz “tek doğru” cevabın olduğu disiplinler vardır. Fen
bilimleri bu ölçütün, önemli ölçüde uygulanabileceği disiplinlerdir.
Burada da yapılması gereken “tümden gelimci” anlayış yerine “tüme
varımcı” anlayışı sistemin içine sokmak. Örneğin, böyle bir sınavda
öğrenciler tek bir doğru cevabı bulmak yerine, neden diğer cevapların
doğru olamayacağını düşünürler. Bunun sonucunda da, derslerdeki tartışma
konuları tek doğruyu aramak yerine muhtemel doğruları tartışmaya
dönüşür. Böyle bir ortamda sadece doğru cevap verenler değil, muhtemel
doğrular üzerinde farklı düşünce açılarını ortaya koyanlar da
ödüllendirilir.
Örneğin, geçmişte bir liderin “doğru ve iyi konuşması” önemliydi.
Oysa günümüzde çağdaş liderden beklenen “doğru soruları sorması ve
insanların potansiyellerini ortaya çıkartması”dır. Aynı özelliklik
öğretmenler için de geçerli. Daha sonra bu potansiyelin kişinin kendi
amacı, iş hayatında kurumun ve ülkenin amaçlarına uygun kullanılması
için bütünleyici (entegratif) bir süreçten geçirilmesi kişiyi gerçek
lider veya ilham veren bir öğretmen yapar. Bu noktada konunun eğitim
sistemini aşan çok önemli bir başka yönü ortaya çıkıyor. “Tek bir
doğru”nun olduğuna inanan ve o doğrunun herkes tarafından “bilinmesi ve
doğru olduğunun kabul edilmesini” isteyen gençlerin, yetişkinliklerinde
de demokratik bir anlayış geliştirmeleri çok zor.
Okullarda öğrencilere kapıdan içeri ilk adımlarını attıkları günden
başlayarak şu mesaj bilinç altına yerleştirilir: “Sana sorulan sorunun
bir tek doğru cevabı var. Bunu bul ancak sakın yanına bakma, kitaba
bakmayı da düşünme çünkü bunları ezberlemiş olman gerekirdi. Eğer
yanındakine veya kitaba bakarsan bunun adı kopyadır ve bu çok kötü bir
şeydir.” Böyle bir anlayış ve bu anlayışın üzerine kurulan bir eğitim
sistemi geleceğin dünyasının temel gerçeklerine sırtını dönmüş ve
geçmişe hapsolarak kendine özgü bir dünya yaratma çabası içine girmiş
demektir.
Bugün artık gerçek öğrenmenin grup içinde ve işbirliği ortamında
gerçekleştiğini biliyoruz. İnsanlar en iyi birbirlerinden öğrenir.
Birbirlerinden öğrendikçe de, toplum içinde yaşamanın ve kendilerinden
farklı düşünen insanların ne kadar değerli ve böyle bir yaşantının ne
ölçüde zenginleştirici olduğunu görürler. OECD Facebook’un 2010
verilerine göre Türkiye “girişimcilik” açısından bizleri hayrete
düşürecek bir noktada, birinci sırada görülüyor. Türkiye’yi Yunanistan,
Meksika, Kore, Brezilya ve Şili izliyor. Bu listede Japonya 20,
Finlandiya 21, İsrail 23, İsviçre 27, İsveç 28 ve ABD ise 30’uncu
sırada. Ancak ne yazık ki Türkiye’de girişimcilik; işbirliği ile sinerji
yaratma potansiyelinden yoksun olduğu için büyük çoğunlukla “tek
kişilik girişimcilik” olarak kalıyor, kurulan ortaklıklarda sinerji
yaratılamayarak kısa bir süre sonra bozuluyor, girişim başarısızlığa
uğrayarak beklenen katma değer ortaya çıkmıyor.
“Herkese eşit davranmak adalet değildir”
Diğer taraftan sahip oldukları öğrencilerin potansiyeli açısından
özel konuma sahip okulların kendi özellikleri içinde ele alınması,
ülkenin geleceğinin yapılanması açısından büyük öneme sahip. Çağdaş
yönetimin temel ilkelerinden biri; “herkese eşit davranmak adalet
değildir” ilkesidir. Bu belirli insanlara veya gruplara ayrıcalık
tanımayı meşru kılmak için konmuş bir ilke olmayıp, “genelleyerek değil,
kişiselleştirerek yönetmek gibi”, yöneticiye büyük sorumluluk yükleyen
çağdaş bir yaklaşımdır. Bilginin (information) her yönden aktığı,
başvuru kaynağı olarak Google ve benzeri imkanların herkese açık olduğu,
Youtube ve Facebook üzerinden dünyanın küresel bir köye dönüştüğü
ortamda eğiticilerin de farklı nitelikler kazanarak yetişmesi gerekir.
Çünkü böyle bir eğitim anlayışıyla öğrencileri eğitmek “tek doğru
cevabın” arandığı “tümden gelimci” anlayıştan çok farklı kaliteler
gerektirir.
Bu sorunların çözümü karar vericilerin dünyaya hangi gözlükle baktığı
ve hangi yöne baktığıyla ilişkilidir. Massachusetts Instute of
Technology (MIT) den Bengladeşli Profesör Iqbal Quadir; “Bir ülkeyi
merkezi sistemden uzaklaştıran her adım demokrasiyi güçlendirir” diyor.
Bunun tam tersi durumda ise, her konudaki kararı merkeze toplamak ve
sorunlara tek tip çözümler üretmek, demokratik anlayıştan uzaklaşmak
anlamına geliyor. Oysa günümüzdeki politik gelişmelere bakarsak,
farklılıkları destekleyen bir anlayıştan uzaklaştığımız, “tek doğru”
çözümün dayatıldığı ve standartlaşmanın erdem ve geçerli bir yol olduğu
anlayışı her alanda olduğu gibi, eğitim alanında da kendini gösteriyor.
Özellikleri, çalışma disiplinine sahip olmak ve yüksek zihinsel
potansiyellerini eğitim alanında kullanmaya kararlı olmaktan ibaret halk
çocuklarını nitelikli kadrolar olarak ülkeye kazandıran okulları teşvik
etmek ve sayılarını arttırmak gerekir. Oysa günümüzde bu okullardan
rahatsızlık duyulduğu ve “bütün okullara eşit davranarak adalet”
sağlanmaya çalışıldığı anlaşılıyor. Bu yaklaşım Türkiye’deki yaratıcı
düşünceyi güçlendirmeyeceği gibi, yenilikçiliğe katkı sağlaması,
girişimciliği geliştirmesi de düşünülemez. Bu anlayışın doğal sonucu,
Türkiye’ye halk çocuklarından seçkin kadrolar yetiştiren okulların
kalitesinin de, ülke ortalaması düzeyine inmesi olacaktır.
Sonuç ve öneriler
Türkiye’de eğitim alanında yapılacak bir reform için önerilerimiz şunlar:
1 – İnsanların sahip oldukları özelliklerin farklı bir şekilde
değerlendirilmesi gerekir. Bunun için ilk adım, 200 yıl öncesine ait
olan “akademik” ve “akademik olmayan” eğitim anlayışının dışına
çıkılarak atılabilir. Örneğin, soyut ve teorik bilgi yığınından önemli
ölçüde vazgeçmek, bu konuda iyi bir başlangıç olabilir.
2 – Eğitim sistemi içindeki “tek doğru” cevabı arayan test
anlayışının çocukların beyinlerini ve düşünce kapasitelerini iğdiş
ettiğini (castration) kabul ederek bundan vazgeçilmeli. Bu anlayış
demokratik düşünce biçiminin de önündeki en büyük engeldir.
3 – Gerçek öğrenme grup içinde gerçekleşir. Grup içinde öğrenme,
günümüz iş hayatı için en temel beceriler olan işbirliği ve ekip
çalışmasını çocuğun genlerine yerleştirir. İnsanları gruptan kopartmak
onları kendi dünyalarındaki yalnızlığa ve bencilliğe hapsetmek demektir.
İşbirliği yaparak “var” olduğunu anlamak, olgunlaşmanın ve gelişmenin
temelini oluşturur. Bu da ekonomik ve zihinsel katma değeri sağlayacak
olan girişimciliği geliştirecektir.
4 – Eğitim sisteminin çok önemli bir parçasının vicdan gelişimi
olması gerekir. Bu geçmişte denendiği gibi, ahlak dersleriyle
gerçekleştirilemez. Bunun için özellikle edebiyat derslerinde seçilecek
metinlerle, tek bir doğru cevabın olamayacağı tartışma ortamları
yaratmak uygun olabilir. Benzer şekilde önyargılardan uzak bir şekilde
tarih dersleri de vicdan gelişimine ve farklı bakış açılarını anlamaya
imkan sağlayabilir. Bunun sonucunda inancı ne olursa olsun, ahlaklı,
erdem sahibi ve maneviyat bilincine sahip kuşaklar yetiştirilebilir.
Vicdan “utanma” duygusu doğurarak kişiye azap verir ve böylece kimse
görmeyecek de olsa, kişiyi yanlış yapmaktan uzak tutar. Dindar gençler
yetiştirmek hedefi, vicdan gelişimine yardımcı olacak yollardan biri.
Ancak dinsel referanslardan bağımsız olarak da vicdan geliştirmek
mümkün.
5 – Çocuk zihinlerde soyutlamanın tam olarak başlamadığı 11 yaş
öncesindeki çocuklardan başlayarak, eğitimin son yıllarına kadar
öğrencilere, ait olmadıkları bir sosyo-kültür veya sosyo-ekonomik
sınıftan birisini gözlemleyip onun dünyasını anlamak ve anlatmak
konusunda ödevler verilmeli. Ancak böylece adı çok sık anılan ancak
bizim kültürümüze ve dilimize yabancı olan “empati”yi geliştirmek mümkün
olabilir. Bunun sonucunda aile içinde daha iyi anlaşan bireyler, bir
spor karşılaşmasının ne pahasına olursa olsun kazanılması gerekmediğini
anlayan taraftarlar, tarihiyle barışık bir toplum ve komşu ülkelerle
uyum içinde yaşama bilincinde olan politikacılara sahip olmak mümkün
olabilir.
6 – Okullarda spor ve müzik, bugün uygulanan kalıpların dışında yer
almalı. Çocuklar ve gençler her gün zamanlarının bir bölümünü spor ve
müziğin iç içe geçtiği, bir veya daha çok uygulamayla geçirmeli.
7 – Uzun yaz tatilleri eğitim başarısı açısından, sosyo-ekonomik
açıdan güçsüz ailelerden gelen çocukların, zihinsel aktivitelerden uzak
olmaları nedeniyle, daha güçlü ailelerden gelen çocukların gerisinde
kalmalarına neden oluyor. Bu nedenle yaz tatilleri üç haftayla sınırlı
olmalı. Çocuklar ve gençler yaşlarının elverdiği ölçülerde ülkeyi ve
tarihi gerçek ve sanal gezilerle tanımalarına imkan sağlanmalı.
8 – Dördüncü sınıftan başlayarak müfredat programına, sanal ortamda
(imkan olan yerlerde bilgisayar üzerinde, olmayan yerlerde masa üstü
uygulaması olarak) ülke yönetimi dersi konmalı. Böylece “Sim City”
benzeri simülasyonlarla, yetişkinlik yıllarında gencin, kaynak kullanma
bilincine sahip olarak, daha bilinçli oy vermesi sağlanmış olacak ve
yöneticilerden gerçekçi olmayan beklentilerini önlemek mümkün
olabilecektir.
9 – Okulların sınıfları grup çalışmalarına imkan verecek şekilde
düzenlenmeli, kapalı ve açık mekanda günlük spor aktivelerine imkan
verecek yapılanmaya kavuşturulmalı.
10 – Mevcut öğretmenler bu anlayışa göre yeniden eğitilmeli, öğretmen
okulları çocukların yaratıcılığını öldürmek yerine geliştirecek şekilde
kendi eğitimlerini yapılandırmalı. İyi eğitimin temelini teknoloji
değil, iyi öğretmen oluşturur.
Son söz
Anlayışı değiştirmeden eğitim teknolojisine yatırım yapmak, “eski
yolda yeni ayakkabılarla yürümek”ten farksızdır. Yukarıda sıralanan
önerilerin hemen hiçbiri büyük bir yatırım bütçesi gerektirmiyor. Pahalı
teknolojiye yatırım yapmak, birkaç yıl sonra eldeki eskiyen
teknolojiden vazgeçerek daha “yeni teknolojiye” daha büyük yatırım
yapmayı zorunlu kılar. Bu nedenle Milli Eğitim Bakanlığı teknolojiye
yatırım yaparak, elindeki bütçeyi dipsiz kuyuya atmak yerine, eğitim
anlayışında köklü bir değişikliğe gitmeli. Bunun için “tek doğru cevap”
anlayışından vazgeçerek; farklılığı ve dolayısıyla yaratıcılığı,
yenilikçiliği ve girişimciliği destekleyecek bir anlayışa yönelmeli.
Ayrıca mevcut sistem içinde halk çocuklarını ülkenin entelektüel olarak
elitlerini yetiştirmek konusunda başarısını kanıtlamış kurumları,
yeterince başarılı olmayanlarla aynı ölçütlerle yönetmeye çalışmanın
ülkeye yarar sağlamayacağını görmeli.
Kaynaklar :
Gladwell, M. : Outliers MediaCat, 2009
2006 Avrupa Yenilikçilik Puan Cetveli Sonuç Raporu
Robinson, K. : Out of Minds: Learning to be Creatives, Capatone, 2001
MEB TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Tasarısı
Sony Vizyon Toplantısı Sunuşu, 2008
Evin, M.: “Kralın Güçlü Olduğu Yerde Halk Zayıftır” Milliyet Gazetesi Röportajı, 19 Kasım 2011
Güçlü A.: “Bilişim Sınıfları, KPSS ve Eğitimin Geleceği” Milliyet Gazetesi Röportajı, 19 Kasım 2011
Swift Economics Websitesi Üzerinden OECD Factbook 2010 Verisi[İnternet]. Uygun Erişim
Alıntı Yapılan Kaynak: http://egitimtrend.com/degisen-dunyada-egitim-anlayisi-ve-degismeyen-degerler/
|